TARİH : 21 Ağustos 1922
Büyük Taarruz’un başlamasına sadece 5 gün vardı
Başkomutan Atatürk, tüm hazırlıkları yapmış, rahat ve kendinden emin, roman okuyordu. Evet, Paşa, iki gündür, karargâhta, Reşat Nuri Güntekin’in yeni romanı Çalıkuşu’nun tefrikalarını okuyordu.
İÇ CEPHE
4 Mart 1922’de cepheyi denetlemek için Ankara’dan ayrılmaya karar veren Başkomutan Atatürk, meclis gizili oturumunda muhaliflerin eleştirilerine cevap verip çok önemli bazı açıklamalarda bulundu. Ordumuzun kararının saldırıya geçmek olduğunu, ama bu saldırıyı geciktirdiğimizi, çünkü hazırlıklarımızı tamamlamak için biraz daha zamana ihtiyaç duyduğumuzu anlattı. “Yarım hazırlıkla, yarım önlemle yapılacak saldırı, hiç saldırı yapmamaktan çok daha kötüdür,” dedi.
Atatürk daha sonra tarihten örnek verdi.Tam hazırlıklı olmadan ve gerekli tedbirleri almadan zamanından önce saldırırsak Osmanlıların yenilip Avrupa’dan ve Balkanlardan çekildikleri gibi bizim de yenilip son vatan toprağından çekilmek zorunda kalacağımızı belirtti. Bu kritik aşamada “duygularımızla” ve “tutkularımızla” değil, “aklımızla” hareket etmemiz gerektiğini söyledi. Ayrıca kurtulmak için başkalarına değil, mutlaka kendi gücümüze güvenmemiz gerektiğini ifade etti. Türkiye’yi yok oluşa sürükleyen “korkak” ve “güçsüz” insanların elinden kurtarmak için “Türkiye’nin düşünen kafalarını yeni bir inançla donatmaktan” söz etmesi ise çok dikkat çekiciydi ve önemliydi.
Atatürk aynı konuşmasında düşmana saldırmak için verilmiş kesin kararı uygulamadan önce hazırlamak ve tamamlamak zorunda olduğumuz üç savaş aracından şöyle söz etti:
“Tam üç aracın hazırlığının yeter ölçüde olduğunu görmek istiyorum. Onların birincisi, en önemlisi ve en temel olanı doğrudan doğruya milletin kendisidir; milletin varlığı ve bağımsızlığı için gönlünde, vicdanında beliren ve gelişen istek ve dileklerin sağlamlığıdır. (…) İkinci araç milleti temsil eden meclisin, milli isteği belirtmekte ve bunun gereklerini inanarak uygulamakta göstereceği kararlılık ve yiğitliktir. Meclis, milli isteği ne denli çok dayanışma ve birlik içinde belirtirse düşmana karşı o denli güçlü bir üstünlük aracımız olur. Üçüncü araç, milletin silahlı evlatlarından meydana gelip düşmanın karşısına çıkarılmış bulunan ordumuzdur.”
Atatürk, bu üç türlü araç veya kuvvetin düşmana karşı oluşturdukları cepheyi “iç cephe” ve “görünürdeki cephe” olarak ikiye ayırıyor ve şöyle diyordu:
“Temel olan iç cephedir. Bu cephe bütün yurdun, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Görünürdeki cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, yenilebilir; ama bu durum hiçbir zaman bir ülkeyi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, ülkeyi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren iç cephenin düşmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak için yüzyıllarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne dek başarı da sağlamışlardır. Gerçekten ‘kaleyi içten almak,’ dışından zorlamaktan çok kolaydır...”
Büyük Zaferin sırrı, Atatürk’ün, “üç savaş aracı” dediği “milleti”, “meclisi”, “orduyu” olabildiğince iyi hazırlaması ve “iç cepheyi” olabildiğince sağlamlaştırmasıydı.
Yıkıcı Muhalefete Rağmen Meclisten Asla Vazgeçmedi
Atatürk, milleti, meclisi, orduyu hazırlama stratejisi kapsamında düzenli orduyu kurmadan önce meclisi açmıştı. Kurtuluş Savaşı’nı, başından sonuna kadar bu meclisle yürüttü.
Meclis, yani “milli irade” her şeyin üstündeydi. Sakarya Savaşı öncesinde, 5 Ağustos 1921’de Atatürk’ü olağanüstü yetkili başkomutanlığa getiren de bu meclisti. Bu yetkiler üç aylık sürelerde meclis tarafından yenilenecekti bu konu önemliydi.
Zamanla mecliste Atatürk karşıtı muhalefet büyüdü. Büyük Taarruz öncesinde meclisteki muhalif 2. Grup milletvekilleri, “Sakarya Savaşı’ndan sonra aylar geçtiği halde ordu niçin saldırıya geçmiyor? Ne olursa olsun saldırıya geçmelidir… Nereye gidiyoruz? Bizi kim nereye sürüklüyor? Karanlıklara… Koskoca bir millet belirsiz karanlıklara akılsızca sürüklenir mi?” diye bir propaganda yapıyordu. Muhalifler, taarruz edilmemesinden Atatürk’ü sorumlu tutuyordu. Atatürk, -yukarıda anlattığım gibi- 4 Mart 1922’de cepheye hareket etmeden önce mecliste eleştirilere cevap verdi.
Başkomutanlığın 3.kez uzatılması, 5 Mayıs 1922’de meclis gündemine geldi. O gün Atatürk rahatsız olduğu için meclis görüşmelerine katılmadı. Mecliste yapılan oylamada muhaliflerin baskısıyla Başkomutanlık Kanunu’nun uzatılması kabul edilmedi. Bunun üzerine Bakanlar Kurulu üyeleri, Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı istifa etmeye kalktı. İşte bu aşamada Atatürk devreye girdi. Bakanlar Kurulu’nun, Genelkurmay Başkanı’nın ve Milli Savunma Bakanı’nın istifa etmemesini istedi. 6 Mayıs 1922’de meclis gizli oturumunda, bir gün önceki eleştirilere tek tek cevap verdi. Atatürk son olarak şöyle dedi: “Mecliste beliren oylara göre hemen komutadan el çekmek isterdim. Başkomutanlığımın sona erdiğini hemen hükümete bildirirdim de. Ama önlenemeyecek bir kötülüğe yol açmamak zorunluluğu karşısına kaldım. Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bunun için bırakmadım, bırakmam ve bırakmayacağım.”
Atatürk, meclisi aydınlattıktan sonra Başkomutanlık Kanunu yeniden oylamaya konuldu. 11 ret, 15 çekimser oya karşı 177 oyla Başkomutanlık Kanunu 3. kez uzatıldı.
Ancak bu sefer de –Kazım Özalp’ın anlattığına göre- mecliste yapılan müzakereler dışarı sızdı.
Üç ay sonra, 20 Temmuz 1922’de, Başkomutanlık Kanunu bir kere daha meclis gündemine geldi. Atatürk o gün mecliste yaptığı konuşmada, “Artık ordumuzun manevi ve maddi gücü olağanüstü hiçbir önleme başvurmayı gerektirmeksizin milli amacı tam bir güvenle gerçekleştirecek kerteye ulaşmıştır. Bu nedenle olağanüstü yetkilerin devamına gerek yoktur,” dedi. Atatürk’ün bu konuşmasından sonra meclis başkomutanlık yetkisini süresiz olarak Atatürk’e verdi.
Her koşulda “milli iradeden” yana olan Atatürk, kendi isteği ile meclisin olağanüstü yetkilerini yeniden meclise veriyordu. İsteseydi pekâlâ bu yetkileri meclise geri vermeyebilir, Büyük Taarruz sonrasında kazanılan zaferin de etkisiyle “diktatörlüğünü” ilan edebilirdi. Ancak o, kendi saltanatını kuran bir diktatör olarak değil, meclisi açıp, saltanatı kaldırıp, cumhuriyeti ilan ederek egemenliği saraydan alıp millete veren bir cumhurbaşkanı olarak anılmak istiyordu.
Büyük Taarruz öncesinde Atatürk’ün Başkomutanlık yetkisine son vermeyi başaramayan muhalif 2. Grup milletvekilleri bu sefer Atatürk’ün meclis üzerindeki etkisini azaltmak için bir girişimde bulundular. Buna göre 8 Temmuz 1922 tarihli bir kanun ile bakanların ve Bakanlar Kurulu Başkanının Meclis Başkanı (yani Atatürk) tarafından değil de doğrudan doğruya meclis tarafından gizli oyla seçilmesini sağladılar. Böylece Atatürk, hem filli olarak Bakanlar Kurulu Başkanlığından uzaklaştırılmış oldu hem de bakanların onun göstereceği adaylar arasından seçilmesi uygulamasına son verildi.
Atatürk, mecliste zaman zaman saldırganlık boyutlarına varan muhalefete rağmen ülkeyi Büyük Taarruz’a bu meclisle hazırladı; Büyük Zaferi, bu meclisin görevlendirdiği bir başkomutan olarak yönetti ve kazandı.
Atatürk, düşmanı Anadolu’dan söküp atabilmek için bir taraftan TBMM’yi siyasal yalnızlıktan kurtarmaya, diğer taraftan düşman cephesini olabildiğince daraltmaya çalışıyordu.
16 Mart 1921’de Türk-Sovyet Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması imzalandı. TBMM’yi tanıyan Sovyetler Birliği, Türk ordularına silah, cephane ve para yardımı yaptı. 13 Ekim 1921’de Sovyetler Birliği, Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan arasında Kars Antlaşması imzalandı. Böylece Türkiye’nin doğu sınırı çizildi.
20 Ekim 1921’de Türk-Fransız Antlaşması (Ankara Antlaşması) imzalandı. Hatay dışında Türkiye-Suriye sınırı çizildi. Fransa çekildi. Fransa’nın TBMM ile anlaşması sayesinde Sevr Antlaşması da fiilen yırtılmış oldu. Ayrıca İngiltere en güçlü müttefikini kaybetmiş oldu.
Bu sırada Anadolu’da aradığını bulamayan İtalyanlar da çekiliyordu.
Atatürk, süngüden önce diplomasiye dayandı. Sorunu barışçı yollarla çözmek istedi. Önce Mart 1922’de Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’i, sonra Temmuz 1922’de İçişleri Bakanı Fethi Bey’i Avrupa başkentlerine gönderildi. Yusuf Kemal Bey’in ve Fethi Bey’in Paris ve Londra’daki görüşmeleri sonuçsuz kaldı.
22 Mart 1922’de İtilaf Devletleri Türkiye ve Yunanistan’a 3 ay süreyle bir ateşkes önerisinde bulundurlar. 26 Mart 1922’de de belirledikleri barış şartlarını Türkiye ve Yunanistan’a bildirdiler. Bu, Sevr’in biraz yumuşatılmış haliydi. Buna göre Trakya Yunanistan’a bırakılıyordu. TBMM, 5 Nisan 1922’de İtilaf Devletlerine cevap verdi. Buna göre 4 ay içinde işgal altındaki bütün Türk topraklarının boşaltılması halinde belirlenecek bir kentte barış görüşmeleri yapılabilirdi. İtilaf Devletleri bu isteğe 15 Nisan 1922’de olumsuz yanıt verdiler.
Sahte barış teklifleriyle Türkiye’nin “tam bağımsızlığa” kavuşamayacağını bilen Atatürk,“milli amaca ulaşmak için tek çıkar yolun savaşmak ve savaşta başarı sağlamak olduğunu” söylüyordu.
Kısacası Büyük Zafer, Atatürk’ün diplomatik dehasından izler taşır. Atatürk, bir taraftan Sovyetler Birliğini yanına çekerek kendi cephesini güçlendirmiş, diğer taraftan Fransa ile anlaşarak karşı cepheyi zayıflatmıştı. Bir taraftan ordunun eksiklerini tamamlamaya devam ederken diğer taraftan Avrupa başkentlerine temsilciler göndererek ve sahte barış tekliflerini değerlendiriyormuş gibi yaparak tüm dünyaya “barıştan yana” olduğu mesajını vermişti. Bu arada içeride muhaliflerin her türlü baskısına rağmen, Türkiye’yi tam bağımsızlığa ulaştırmayacak sahte barış tekliflerini ustaca reddetmesini bilmişti.
Türk ulusunun varlık-yokluk kavgası durumundaki Büyük Taarruz’un büyük bir gizlilik içinde yürütülmesi gerekiyordu. Atatürk, Büyük Taarruz’u gizlemek için basit ama etkili taktikler geliştirdi.
1. Adapazarı’nda Zübeyde Hanımı Karşılama: 13 Haziran 1922’de Zübeyde Hanım Adapazarı’na geldi. Başkomutan Atatürk, annesini Adapazarı’nda karşılama gerekçesiyle cephenin sağ bölümünü incelemek üzere Adapazarı’na gitti. Yola çıkmadan önce Ankara’da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ile görüştü. Sonra Sarıköy İstasyonunda Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa ile görüştü. Burada bir vagonda yapılan uzun görüşmede Büyük Taarruz’un ağustos sonlarında yapılmasına ve hazırlıkların o tarihe kadar bitirilmesine karar verildi. Atatürk, Sarıköy’den otomobille Adapazarı’na hareket etti. Orada annesiyle buluştu. Kocaeli Grubu’nu teftişten sonra 24 Haziran 1922’de annesiyle birlikte Ankara’ya döndü.
2. Konya’da General Townshend’le Buluşma ve Akşehir’de Futbol Maçı İzleme: Başkomutan Atatürk, Konya’ya gelmiş olan General Townshend’le görüşme bahanesiyle Ankara’dan ayrılıp 23 Temmuz 1922 akşamı Akşehir’deki Batı Cephesi Karargâhı’na gitti. 24 Temmuz 1922’de Konya’ya geçti. General Townshend’le görüştükten sonra 27 Temmuz 1922’de Akşehir’e döndü. Akşehir’de önce, 27/28 Temmuz gecesi Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanıyla görüştü. 28 Temmuz 1922 günü oynanacak bir futbol maçını izlemeleri bahanesiyle ordu komutanları ile bazı kolordu komutanlarını Akşehir’e çağırdı. Maçtan sonra 28/29 Temmuz 1922 gecesi komutanlarla Büyük Taarruz planını görüştü.
3 . Çankaya’da Çay Ziyafeti: Başkomutan Atatürk, Büyük Taarruz hazırlıklarını tamamlamak için 17 Ağustos 1922’de Ankara’dan cepheye hareket etti. Bu gidişi gizlemek için de 21 Ağustos 1922’de Çankaya’da bir çay ziyafeti vereceğini duyurdu.
20 Ağustos 1922 tarihli bazı gazeteler “çay ziyafetinden” söz edecekti. Örneğin Hâkimiyeti Milliye gazetesinde “Çay Ziyafeti” başlıklı bir haberde şöyle deniliyordu: “TBMM Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri 21 Ağustos Pazartesi öğleden sonra saat 4’te Çankaya’daki köşklerinde şehrimiz siyasi ricaline bir ziyafet vereceklerdir. Sefirler ve rical hazır bulunacaktır. Davetnameler dün gelmiştir.”
20 Ağustos 1922 günü gazeteler, Atatürk’ün ertesi gün Çankaya’da çay partisi vereceğinden söz ederken Atatürk, Akşehir’deki Batı Cephesi Karargâhı’nda bulunuyordu. Kısa bir görüşmeden sonra 26 Ağustos 1922 sabahı düşmana saldırmak için cephe komutanına emir verdi.
Başkomutan Atatürk, tüm hazırlıkları büyük bir gizlilik içinde yürütmüştü. Büyük Taarruz için her şey hazırdı.
Şimdi biraz dinlenebilirdi!
Akşehir’deki Batı Cephesi Karargâhında bulunan refakat subaylarından Mahmut Soydan, 21 Ağustos 1922’de günlüğüne şöyle yazacaktı: “İki gündür Paşa, Çalıkuşu romanını okuyor. Öyle beğendi ve sevdi ki.”……
Saygılarımla